6 Ekim 2018 Cumartesi

Film: Mustafa Hakkında Her Şey- Çizgili Pijamalı Çocuk- Cinayet Günlüğü

MUSTAFA HAKKINDA HER ŞEY

''Kimsiniz siz? Hayatımda ne işiniz var?''
(Mustafa hastanede Fikret'in annesine bağırırken)










Tuhaf bir film bu. Kimi suçlayacağınızı bilemiyor ve herkesin kendince haklı olduğunu düşünüyorsunuz. Çağan Irmak filmi.




 Küçükken annesini hep üzgün görüyor Mustafa, babasıysa eve gelmiyor bir süre sonra, annesi oğlunu kandırıyor ve babasının ağzından yazılmış iyimser mektuplar veriyor oğluna ama Mustafa o zaman bile her şeyin farkında; her şeyin hasta abisi -filmi izlerken abisinden korktuğumu hatırlıyorum- yüzünden olduğunu biliyor. Mustafa evde annesi yokken abisini boğarak öldürüyor, bunu herkesten gizliyor. Ama annesi gerçeklerin farkında.


Mustafa'nın güzel bir evliliği var, oğlu ve karısıyla güzel bir evde yaşıyor, para sıkıntısı çekmeden ve ilişkisinde problemler yaşamadan vs. Bir gün karısı trafik kazası geçiriyor ve ölüyor, Mustafa hastaneye gittiğinde kaza sırasında karısının yanında başka bir erkeğin olduğunu ve durumunun iyiye gittiğini öğreniyor. Karısının kendisini aldattığını öğrendikten sonra da Mustafa'nın bu adamdan yani Fikret'ten intikam almaya çalışmasını ve hikayeyi baştan anlattırmasını izliyoruz. Burada tepki Mustafa'nın karısına ve Fikret'e yönelse de hikayeyi dinledikçe tepki farklı kişilere kayıyor zaten bu filmi bu yüzden Haklı İntikam' a benzetiyorum; tek suçlu, tek kurban yok. Herkes hem suçlu hem de kurban.




Film müziklerini mor ve ötesi yapmış. Zaten filmi öylelikle izledim, mor ve ötesi yapmışsa ve filmin minicik bir kısmında bile oynamışsa izlemeye değerdir diye düşündüm. Bir Derdim Var'ın daha ham halini dinliyoruz filmin sonunda ve film boyunca da Dişi Zamiri, Hayat gibi şarkıları çalıyor. En etkileyici olansa Bir Derdim Var'ın muhteşem introsunu film boyunca yer yer duymamız ve en sonda da şarkının daha ham halini ve Harun'un henüz profesyonelleşmemiş o muhteşem söyleyişini -ben bunu daha çok beğendim- dinlemek :)










CİNAYET GÜNLÜĞÜ-MEMORIES OF MURDER

Güney Kore yapımı, gerçekten yaşanmış olaylardan yola çıkılarak hazırlanan senaryosuyla, filmin sonunda bile katilin kim olduğunu öğrenemeyecek olmanın bilinciyle gene de kendini izlettiren güzel bir film. Garip bir havası var o yüzden birkaç defa izledim.




Küçük bir köyde geçiyor olaylar. Gerçekte de kim olduğu maalesef öğrenilemeyen katil kırmızı giyen kadınları gece avına çıkıp avlıyor ve arkasında o kadar ipucu bırakmasına rağmen bir türlü bulunamıyor. Olayları çözmek için Seul'dan iki dedektif geliyor. Biri ketum, sakince ifadeleri dinleyip etrafı araştırıp olayı çözmeye çalışan bir dedektif ki bana diğerinden daha sempatik geldi, Diğeri de tezcanlı ve şüphelendiği kişilere tekme tokat dalarak olayı aydınlatmaya çalışan bir dedektif.




Film boyunca türlü kişileri sorguluyorlar hatta kadın polislerden biri yem olarak sunuluyor fakat katil ortaya çıkmıyor, derken soruşturma esnasında yine bir cinayet işleniyor ve işleniş şekli de hep aynı. Radyoda aynı şarkı çalmaya başladığında ve yağmur yağarken işliyor cinayetlerini. Bir tane görgü tanığı var fakat akli dengesi yerinde değil, onun da başına gelmedik kalmıyor. Her ne kadar bir yere bağlanmasa da bunların gerçek hayatta yaşandığını bilmek ve katili aramalarına tanık olmak çok etkileyici. Böyle de psikopat bir film.


ÇİZGİLİ PİJAMALI ÇOCUK-THE BOY IN THE STRIPED PYJAMAS

 Aynı adlı kitaptan esinlenerek çekilen filmde bir Nazi askerinin oğluyla, toplama kampında tutulan bir Yahudi çocuğun arkadaşlığı anlatılıyor. Düşmanlığı 'öğrenen' çocuklar, masumiyetleri ve savaşa bakış açıları güzel ele alınmış.


Toplama kampına yakın bir yere taşınan bir Nazi askerinin sekiz yaşındaki oğlu pencereden kampı görür fakat ne olduğunu anlamaz. Gizlice o tarafa gider ve tel örgülerin ardında yaşıtı olan bir Yahudi çocukla arkadaş olur. Sonra bir gün evinde ona hizmet etmeye geldiğini görür bu Yahudi çocuğun. Ona kimse görmeden kurabiyelerden alabileceğini söyler ama tam çocuk yemeye başladığında içeri bir Nazi askeri girer ve onu görür. Ev sahibi olan çocuk korkudan gerçeği itiraf edemez ve arkadaşının o asker tarafından dövülmesini izler. Bunun gibi de bir ton detay var filmde. Mesela askerin oğlunun, kamptaki Yahudilerin giydiği çizgili tulumu pijama zannetmesi ve ''Neden hep pijama giyiyorsunuz?'' diye arkadaşına sorması gibi.


Askerin oğlu, filmin sonunda tel örgüleri aşıp kampa gelir arkadaşının 'kayıp' babasını bulmak için. Gaz odası gibi bir yere doluşturulurlar ve malum sona yaklaşırken oğlunun nereye kaybolduğunu bulamayan asker, tel örgülerin dibindeki kıyafetleri görür. Oğlunu kurtarmaya yetişemez.


Genel anlamda o vahşet hissini uyandırsa da sonu daha vurucu olabilirdi; bu haliyle yarım kalmışlık hissi var biraz.


















































2 Şubat 2018 Cuma

Kitap: Üçleme: Şeker Portakalı,Güneşi Uyandıralım,Delifişek - José Mauro De Vasconcelos

Bu kitabı birkaç yıl önce okumuştum, o zamanlar bu kitabın yasaklanması falan gündemdeydi ve cidden saçma buldum bu yasaklanma olayını, internetten nedenini araştırabilirsiniz ve bu basımdaki kapak resminin de sübliminal mesaj barındırdığını ileri sürenler var, bunlarla gündeme geldi kitap ama gündeme gelmese belki bunca kişi böyle bir kitabın farkında olmayacaktı.


 Şeker Portakalı'nı toplamda üç defa okumamın sebebi de yine beni derinden etkilemesi, hatta son okuyuşumda sarsıldım diyebilirim. Zezé'nin öyküsü anlatılıyor sırasıyla. İlk kitapta ilkokul zamanları Zezé'nin, hatta okumayı kendi başına söktüğü için de erken okula veriliyor, küçük bir çocuğun dünyasındasınız, yazar öyle bir canlılıkla anlatıyor ki okurken Zezé'yi görebiliyorsunuz, ona dokunabiliyorsunuz adeta. Peki neden kimse dilinden düşürmüyor bu kitabı? Belki günün birinde küçük bir çocuğun acıyı nasıl keşfettiğinin öyküsü insanı biraz sarsıyor, üzülüyoruz. Kitabın en sarsıcı ve beni de kendisine bağlayan yeri son bölüm.
Çok fakir bir ailenin oğlu olan ve küçük yaşında bir sürü sıkıntıyla karşılaşan, kimsenin kendisini sevmediğini hisseden beş yaşındaki Zezé'nin en yakın arkadaşı şeker portakalı fidanı Minguinho'dur (Xururuca). Bir dolu kardeşi arasından da beni en az döven ablam diye nitelediği Gloria ve ailenin en küçük bireyi Kral Luis'e düşkün. Bir gün Zezé yarasacılık oynarken kendine zengin Portekizli Manuel Valadares'i (Portuga) düşman ediniyor, gel zaman git zaman bunlar bir gün yakınlaşıyorlar, hani şu sosyal medyada zırt pırt karşınıza çıkan  sekiz yüz elli iki bin kilometre gitmek muhabbeti de bu iki dost arasında. Bazı olaylar yaşanıyor ve bu ikisi, başta düşman olduğuna inanmakta zorlanacağımız bu ikisi, baba-oğul gibi oluyorlar, Zezé baba olarak görüyor Portuga'sını, Portuga da onu oğlu olarak görüyor ki öz babasıyla da hatta o saydığım birkaç isim ve annesi dışında Zezé'nin ailesiyle pek işi yok, sefalet içinde her gün kavga gürültüden usanmış çünkü. Neyse bir gün yol genişletme çalışması mıdır nedir o sebeple bazı bölgelerde kazı yapılıyor ve tesadüftür ki Zezé'nin şeker portakalı fidanının kesilmesi gerek. Abisi bunu Zezé'ye söylediği için pişman oluyor ama gerçekler bunlar çünkü Zezé aradan birkaç hafta geçmesine kalmadan yataklara düşüyor ve doktor yaşadığı şoku atlatması gerektiğini söylüyor. Herkes Zezé'nin Minguinho yüzünden yataklara düştüğünü, depresyona girdiğini düşünse de aslında gerçekler öyle değil. Manuel Valadares, kitapta sürekli adı geçen ve sesiyle korku salan o meşhur trenin altında eziliyor, Zezé ile dolaşmaya gittikleri ve Zezé'nin yarasacılık oynadığı arabası dümdüz oluyor. Kitabın sonunda Zezé'nin öz babası gelip şeker portakalı fidanının kesilmesine daha çok zaman olduğunu hatta belki onun burada bile olmayacağını, üzülmemesini söylüyor. Zezé babasını tanıyamıyor bile , ona karşı bir şey hissetmiyor, karşılık veriyor, ''Onu kestiler bile, baba; benim küçük şeker portakalı fidanım kesileli bir haftadan çok oluyor.'' Burada Portuga'nın ölümünden bahsediyor. Son sayfada da Portuga'ya yazılmış bir mektubu var yazarın. Bu, yazarın hikayesi; yaşam hikayesini incelerseniz neredeyse her şeyin aynı olduğunu görüyorsunuz.
Portakal sözcüğü dilimize Portugal'dan (Portekizli) geçmiş. Bu da öyle bir ayrıntı.


Şeker Portakalı'nın başında şöyle bir kısım var: Ölülerime: Kardeşim Luis, yani Kral Luis ve ablam Gloria'nın hüzünlü anısına; Luis  yirmi yaşında yaşamaktan vazgeçti, Gloria da yirmi dört yaşındayken bu dünyanın yaşamaya değer olmadığına karar verdi. Altı yaşıma sevginin anlamını aşılayan Manuel Valadares'e de, özlem dolu yüreğimi sunuyorum, huzur içinde yatsınlar.




İkinci kitapta birkaç yaş daha büyümüş Zezé, doğayla bağını koparmamış, ilk kez aşık oluyor belki ve kalbinin orda bir kurbağa taşıyor. Ben hep şeker portakalı fidanına ne olduğundan bahsetmesini istedim ama nedense tamamen kopuyor her kitapta olanlar ki zaten bu kitapta Zezé zengin bir ailenin yanına veriliyor. Daha kopuk ama eskisi gibi yaramaz bir çocuk hala.


Son kitap adından anlaşıldığı gibi Zezé'nin delikanlılık çağını anlatan, genel olarak diyalog şeklinde akan, az olaylı ve bol konuşmalı, psikolojik yönü biraz daha ağır basan, çok çok ince bir kitap. Devam ediyor hissi var. Kaygı var, stres var.
'' Coğrafya serserilere özgü bir derstir.'' Delifişek'ten aklımda en çok kalan cümle bu oldu galiba.



16 Ocak 2018 Salı

Anime: Death Note/Ölüm Defteri


Light, ''Bütün kötülükleri yok edeceğim, tüm kötü insanları öldüreceğim.'' Ryuk, ''O zaman geriye sen kalacaksın; tek kötü sen olacaksın.''
Takeşi Obata ve Tsugumi Oba tarafından tasarlanan, live action filmlerinin sonu gelmeyen, her türlü şeyi bünyesinde barındıran ve benim de izlediğim ilk anime olan Death Note'dan bahsetmeye karar verdim. Kidz Animez diye bir kanal vardı, gündüz kuşağında küçüklere hitap eden çizgi filmler vs. yayınlanıyordu, akşam kuşağındaysa bu tarz daha büyüklere hitap eden animeler yayınlanıyordu. Ben de orada rastlamıştım. Sonra bir arkadaşın tavsiyesiyle adam akıllı oturup izlemeye başladım, efsane sürükleyici bir şey; suç, gerilim, polisiye, bilim kurgu falan her şey var konu bazen saçmalasa da.

Yagami Light, çok zeki ve dünyanın gidişatından çoğumuz gibi memnun olmayan, bunalmış biri. Bir gün okul bahçesinde Ölüm Defteri'ni buluyor. Bu defterin bir ton kuralı var ama özetle kimin nasıl ölmesini istediğini yazıyorsun ama bu kişinin gerçek adını, soyadını ve yüzünü bilmen lazım. Light bu defteri başta pek sallamasa da eve gidince canı sıkılıyor ve deftere bir suçlunun adını ve nasıl ölmesini istediğini yazıyor. Ve adam çok kısa bir süre sonra aynen Light'ın yazdığı gibi ölüyor. Sonra defteri dünyaya düşüren şinigami Ryuk ile tanışıyorlar. Ryuk da bunalmış bir Şinigami, sadece biraz eğlenmek istiyor, ayrıca çok komik ve tuhaf bir karakter :)


Light yaşadığı şoku kısa sürede atlatıp adam öldürme işini bir ritüel haline getiriyor ve suçluların kısa sürede bu şekilde (genellikle kalp krizi) ölmeye başlaması insanların dikkatini çekiyor. Bunu yapan özel biri olduğuna inanıyorlar ve ona Kira (katil) demeye başlıyorlar; Light kimliğini ifşa etmeden keskin zekasıyla işi yürüttüğü için bir süre kimse bir şey anlamıyor. Hatta animede yer yer ağzınızı açık bırakacak cinsten şeyler yapıyor, neyse çok detaya inmeyeceğim. Dünyanın en iyi dedektifi olarak bilinen ve adını sanını kimsenin bilmediği L de bu kişiyi araştırmaya başlıyor ve dahice bir plan yapıyor, bunlar bir yandan zekalarını yarıştırıyorlar zaten.


L'nin yüzünü hiç kimse bilmiyor, animede de takma adı olan Ryuzaki kullanılıyor genelde. L'nin, Kira'nın en azından nerede oturduğunu öğrenmek için yaptığı plan falan efsaneydi mesela, sırf onun için bile izlenir her ne kadar kimi zaman konuyu saçma bulsam da.

Neyse bu L ve Light birbirlerini ifşa etmeye çalışadursun öte yandan Kira'ya aşık saf salak Misa ortaya çıkıyor, buna da Rem adlı Şinigami tarafından başka bir Ölüm Defteri getirilmiş, Rem de Misa' ya aşık ama henüz Rem'in ne cinsten bir yaratık olduğunu çözemedim, Ryuk'a bile ısınmıştım da bu Rem'de melankolik ve tehlikeli bir hava vardı hep ki zaten L'nin ilerleyen bölümlerdeki ölümüne de karışıyor. L'nin ölümü demişken, L ölünce yerine Near adlı başka bir dedektif geliyor ama bana kalırsa L çok başkaydı. Öldüğü bölümde L'nin ölümünden çok çatı katında Light ile yaptıkları konuşmadan etkilenmiştim. Öleceği belliydi bence ama o bölümün başları, yağmur, çatıdaki konuşmalar, L'nin Light'a ''dost'' diye hitap etmesi falan beni çok etkilemiş sahnelerden biriydi, ah bir bileydi Light'ın onu öldüreceğini. Öyle işte L ölür, Light katliam yapmaya devam eder, Light'ın babası da (Oğlunun Kira olduğundan habersiz L'nin grubunda Kira hakkındaki soruşturmada görev alıyordu.) ölür ve taş kalpli Light babası ölüm döşeğindeyken bile durumun vehametini kavrayamamış olarak babasına alakasız şeyler sorar ve adam Light'ın sorularını yanıtlayamadan göçüp gider.

Mesela en garip şeylerden biri Light ve L'nin Kira'yı bulmaya çalışması ve Kira'nın aslında Light oluşu ve sonra Light'ın Kira olduğunu unutup masum hallerine geri dönmesinden birkaç gün sonra tekrardan hafızasının yerine gelmesi ve her şeyin iyice karmaşıklaşmasıydı. Ayrıca L'nin gerçek adı ve soyadını bilmediği için yanı başında, Kira soruşturmasının başındaki L'yi öldürememişti.

Bir sürü masum insanı katleden ve psikopata bağlayan Light son bölümde hayata gözlerini yumuyor, açgözlülüğü yüzünden. L de ölüyor. Geriye gözü yaşlı Misa kalıyor, hepimize kimseye çok bağlanmayın mesajı veriyor ve anime sona eriyor.

Mangasını da çok az okudum ama anime izlemeyi tercih ederim. Şimdi biraz da nasıl başladığından bahsedeceğim çünkü bağımlılık yapıyor, bence en etkileyicisi ki animeye en çok uyanın o olduğunu düşünüyorum, ikinci opening, zaten o manyak şarkı sayesinde bağımlılık yaptığına inanıyorum ki bir animeyi etkileyici kılan en önemli şeylerden biri de şarkısıdır. What's Up People-Maximum the Hormone başlarken çalan şarkıydı. Bir de Alumina vardı sanırım bitiş şarkısı.


14 Ocak 2018 Pazar

İntikam Üçlemesi: Sympathy For Mr. Vengeance, Oldboy, Sympathy For Lady Vengeance


Park Chan Wook'un yönetmenliğini yaptığı bu filmler tuhaf intikam senaryoları uzerine kurulu ve oldukça rahatsız edici görüntüleri var -hassas midesi olup da izleyenlerin gözü yaşlı- ama etkileyici senaryoları ile sizi alıp götürüyor.

Ilk film Haklı Intikam ile başlayayım. Diğer filmler gibi hastalıklı bir senaryosu var; olaylar tuhaf, her şey paradoks. Resimdeki yeşilli adam sağır ve dilsiz. Ablası böbrek hastası ama kendi böbreğiyle uyuşmuyordu galiba onunki, o sebeple de ne yapsam ne etsem diye düşünmeye başlıyor ve organ mafyasıyla anlaşıyor ama kazıklanıyor. Hem parasını, hem de kendi böbreklerinden birini kaybedince de kız arkadaşıyla başka bir plan yapıyorlar. Bu yeşilli gencin patronunun kızıydı galiba, onu kaçırıyorlar ama kötü bir niyetleri yok gibi. Tabi sonrasında küçük kız ölüyor. Kızın cesedinin suda yüzüşünün gösterildiği sahneler de cidden etkileyiciydi. Neyse,  yeşilli gencin patrondan intikam almak için ve ablasını kurtarmak için böyle bir şey yapmasına mı hak vereceksiniz yoksa patronun, yeşilli gencin kız arkadaşını berbat bir yöntemle öldürüp intikam almasına mı işte orası biraz paradoksal. Kimin açısından bakarsanız o tarafı haklı görüyorsunuz, herhalde bu yüzden filmin adı Haklı Intikam.

Ondan sonra beni tam manasıyla dumur eden film Oldboy geliyor. Şöyle özet geçeyim, bir adam yıllarca bir odada hapsediliyor, delirmenin eşiğine geliyor, kendi kendine kimin bu neden yaptığını anlamaya çalışıyor ve bir gün öylece salıyorlar bunu dışarı. Adam yıllar sonra kendini dışarda bulunca da bir intikam planı yapıyor ve yanlış hatırlamıyorsam hapsedildiği yerde sürekli yediği o yemek sayesinde ipuçları bulmaya çalışıyor. Şimdi kısaca bu adamın neden hapsedildiğini açıklayayım: Bu da kendi içinde ayrı bir intikam öyküsü, hapsedilen adam, vakti zamanında ensest ilişki yaşadıklarını öğrendiği kardeşleri bir arkadaşına anlatıyor, bu şekilde de olay yayılıyor. Bu iki kardeşten kız olan her şey duyulunca intihar ediyor ve erkek olan yıllar sonra bu olayın yayılmasına sebep olan kişiden intikam alan kişi, yani onu yılar sonra bulup kaçırıp yıllarca hapseden kişi. Yani senin yüzünden kız öldü ben de sana gününü gösteririm hesabı. Fakat o adamı yıllarca hapsetmesi intikamın sadece başlangıcı, çünkü adamı serbest bıraktıktan sonra adam ve adamın kızını hipnoz yoluyla birbirlerine aşık ediyor, tabi kimsenin ruhu duymuyor. Filmin son sahnelerine doğruydu yanlış hatırlamıyorsam adamın öz kızına aşık olduğunu öğrenmesi. Son sahneler zaten mide kaldırıcı, ellerini korkak alıştırmamışlar diyor ve geçiyorum.

Serinin son filmi Türkçeye İntikam Meleği olarak çevrilmiş. Diğerlerine nazaran daha az tiksinç sahne vardı diyebilirim. Burada da bir anne-kız öyküsü var. ''Masum'' görünüşlü, kırmızı farı çakmak çakan bir kadın genç yaşta hapse atılıyor, ama aslında suçsuz olduğunu anlıyoruz sonradan. Diğer kadın mahkumlara kah iyi davranıyor, sevmediği bazı mahkumlara kah masumca zarar veriyor falan böyle değişik biri ama bir yandan hapisten çıkınca alacağı intikamın hayalini kuruyor yani hapishanede yaptığı her şey aslında intikam planı için. Filmin son sahnelerinde milleti toplayıp intikam alma hayaliyle yaşadığı adamın yanına getirmesi ve herkesin içinde birikmiş olan kin ve adamdan tek tek intikam almaları falan hepsi efsaneydi. Bir de şu var, kadınla hapishaneye girmeden evvel doğurduğu ve sonradan bulduğu kızı arasındaki bağ çok garipti yani kızın anneye öfkeli olmasını ve doğrudan yansıtmasını falan bekliyorsunuz belki ama kızın karakter de anneye benzeyince değişik bir çift ortaya çıkıyor. Kız içinde kalanları arada gün yüzünde çıkarsa da şahsına münhasır ve dikkatimi çekmiş bir karakterdi.


Filmleri biraz yüzeysel geçtim ama neyse, her ana karakterin kendine has değişik duruşu ve insanda uyandırdığı etki ve insanoğlunun ne denli vahşi olabileceğini gözler önüne seren film falan, garipti ya. Başka bir şey gelmiyor aklıma, sürükleyici ve garip.



12 Ekim 2017 Perşembe

Film: Kevin Hakkında Konuşmalıyız - We Need to Talk About Kevin

"Bir şeye alışmak onu sevdiğin anlamına gelmez. Sen bana alıştın."

Bu cümleyi annesine söylüyor Kevin. Etkileyici değil mi? Film karmaşık, yoruma açık ve duygusal ama tek cümlede hikaye kafamızda az çok şekillenebiliyor.

Lionel Shriver'ın yazdığı ve aynı adla Türkçe'ye çevrilen kitabın film uyarlaması bu. Henüz kitabı okumasam da filmi bu kadar etkileyiciyse kitabının da vasat olmasını bekleyemem. Baştan söyleyeyim, aile kurma, çocuk yapma, insan ilişkileri vs hakkında filmi izledikten sonra farklı fikirlere kapılabilirsiniz, farklıdan kastım pek de iyimser olmayan fikirler. Hatta kırmızı renginden soğuyadabilirsiniz, olası yan etkilerden bu ama yorum yapma açısından ufuk açıcı bir psikolojik-gerilim filmi olduğunu söyleyebilirim.

Film sondan başa doğru gidiyor, ama finalde olan olay kesit kesit gösterildiğinden en son kavrıyoruz neler olup bittiğini. Yani izleyicinin merakı her daim üst seviyede kalıyor. Tilda Swinton anne Eva rolünde. Rolüne ustaca bürünüyor keza onu izlerken film sizi alıp götürüyor ve etkisinden çıkamıyorsunuz bir süre.
Oğlu rolünde ise yine oyunculuğundan etkilendiğim Ezra Miller çıkıyor karşımıza.
Film sondan başlıyor demiştim. Önce neler olup bittiğini anlamasak da başa dönüyor sonra sondan bir kesit daha derken öyle akıp gidiyor. Kocasıyla mutlu bir ilişkisi var Eva'nın ta ki bir oğulları olana kadar. Anneliğe hazır olmadığından herhalde, oğluyla arasında her zaman bir duvar var. Yaptıkları, oğluna gösterdiği zorlama güler yüz, yapmacık. Kocası ise bunu anlamazlıktan geliyor ya da cidden fark edemiyor. Kevin hep annesini sinirlendirmenin peşinde adeta. 5-6 yaşlarına geldiğinde halen bez takıyor, tuvalete gitmeyi hep reddediyor. Her konuda Eva ile inatlaşıyor ve Eva hep karşılıklı bir ilgi beklediğinden çok zorlanıyor. Eva, Kevin'a yaklaşmaya çalışıyor ama hep sonu hüsranla bitiyor bunun derken bir gün Eva sinirleniyor ve Kevin'ı kaldırıp yere atıyor. Kolu alçıya alınıyor ve eve geldiklerinde çok ilginç bir şey yapıyor Kevin. Babası koluna ne olduğunu sorunca annesinin yaptığını söylemiyor. Annesi rahatlasa da ortada bir tuhaflık olduğu çok açık. Kevin şiddetten mi hoşlanıyor ya da aklından başka bir şey mi geçiyor bilmiyorum. Film yorumlamaya hep açık bu sahneleriyle. Neyse dönelim olaylara. Hep benzer şeyler oluyor aslında. Bir türlü yanaşamayan anne-oğul var ortada ama Kevin babasına daha sıcak davranıyor ve bu yüzden babası hiçbir zaman anne-oğul arasındaki bu anlaşmazlığı anlamıyor. Babası ve Kevin birlikte ok atıyorlar, eğleniyorlar ama Eva hep uzaktan izliyor. Ben Eva'nın da psikolojik yardım alması gerektiğini düşündüm hep. Sorunlar öyle basit değil çünkü. Kevin biraz uğraştırıcı bir çocuk ve Eva pek de sabırlı ve onun dilinen konuşan biri değil. Neyse zaman geçiyor ve tahmin ederiz ki bu yaramazlıkları ergenliğinde tavan seviyeye ulaşacak olan Kevin yakışıklı bir delikanlı olup çıkıyor. Bir tane de iyi huylu kız kardeşi olan Kevin bir gün kardeşinin evcil hayvanının ölmesine yol açıyor, sonra mutfak dolabının kilidini kimin açtığı belli olmasa da küçük kız lavoba açıcıyı buluyor dolapta ve nasıl yapıyor meçhul, gözü zarar görüyor. Bu yüzden hep göz bandıyla geziyor. Sonra bir gün annesi Kevin ile vakit geçirmek istiyor ve dışarı çıkıyorlar ama halen yol katedemiyorlar. Bu arada eklemediğim birkaç ayrıntı var: Kevin hep ona küçük gelen tişörtlerini giyiyor, geçmişi aklımıza süreklı getirmek istercesine ve bundan ayrı olarak da Kevin çok zeki bir çocuk. Belki de annesinin bu zorlama ilgisini fark ettiği için ona karşı kin güdüyormuş gibi davranıyor. Bir gün anne ve babasının ayrılmaktan bahsettiğini ve annesinin kız kardeşiyle ayrı yaşayacağını duyan Kevin öfkeleniyor. Ama istediğini almak için belki, çok vahşi bir plan yapıyor. Bir gün ona hediye olarak gerçek ok ve yay alıyor babası. İlerleyen günlerde de Kevin büyük bir kilit satın alıyor internetten, ailesine bisikleti için kullanacağını söylediği bu kilitle okulun kapılarını kapatıp içerdeki birçok kişiyi ok atarak öldürüyor. Ama öldürmeye öncelikle arka bahçedeki babası ve kız kardeşinden başlıyor. Okulun etrafı kalabalık, insanların feryatları içinde Eva yavaş yavaş kalabalığın arasından geçiyor ve oğlunu görüyor. Kevin, teslim oluyor,hapse atılıyor.


Olaylardan sonra yalnız ve aynı yerde yaşayan Eva insanlar tarafından zorbalığa uğruyor ama yine de taşınmıyor. Eski işine geri dönüyor ve orada da kötü tepkiler alıyor, evinin dışına birileri kırmızı boya döküyor, Eva insanlardan kaçıyor, kırmızı boyayı temizlemeye çalışıyor, iki yıl bunlarla geçiyor ama Eva oğlunu ziyaret etmeyi bırakmıyor.

Filmin son sahnesinde sarılıyorlar anne ve oğul. Annesi oğluna bunu neden yaptığını soruyor. Kevin, "Eskiden neden yaptığımı biliyordum ama artık bilmiyorum." diyor.

Eva'nın Kevin'ı iki kere ziyaret ettiği gösteriliyor ve iki sahnede de detaylar etkileyici.
Bazı yorumları okuduğumda filmin temasının Sigmund Freud'un oedipus kompleksine dayandığını söyleyenler olduğunu gördüm. Ben tamamiyle bununla ilgili olduğunu düşünmüyorum. Yani anne-oğul arasında sevgisel bir çatışma, inatlaşma var, evet ama bence bu cinsel değil. Bu kompleksle ilişkilendirip film tamamen bununla alakalı diyemem ki zaten bu teori de bana bazı yanlarıyla garip gelmiştir.

Bu arada youtube'da değişik bir videoya rastlamıştım. Filmin etkileyici detaylara sahip olduğundan zaten bahsettim, videoda ise "eller" vardı. Biraz garip gelebilir ama hoş bence: We Need to Talk About Kevin Hands 

26 Eylül 2017 Salı

Uçurtma Avcısı - Ve Dağlar Yankılandı

Bu sefer farklı bir şey yapıp yazar ve birkaç kitabı hakkında konuşmak istedim. Halit Hüseyni diye okunuyor zannedersem adı, emin değilim, kendisi Afgan-Amerikan asıllı yazar ve doktor ve şu anda da oldukça popüler. Sürükleyici yazıyor ve anlatış tarzı sayesinde kendinizi olayın içinde hissedebiliyorsunuz. İlk romanı Uçurtma Avcısı. Filmini de izledim fakat kitaptaki duyguları tam olarak yansıtmıyor, o yüzden kitabını mutlaka okuyun. Her insanı derinden etkileyecek bir kitap bu ki şimdiye kadar çoğunuz da duymuşsunuzdur. Üç  kitabından bahsedeceğim ki zaten üçünün de birçok ortak özelliği var ama en çok Uçurtma Avcısı beni etkilediği için ona biraz daha yer verdim.

Kitapta dostluk, mezhep çatışmaları, ihanet, Afganistan'da terör, siyaset vs gibi birbirinden farklı konulara o kadar gerçekçi detaylarla değiniliyor ki şok oluyorsunuz adeta. Yumuşak kalpli insanlar için de biraz zor bir kitap olduğunu söylemem lazım.

Kitabı özet geçecek olursam şöyle ki, Emir ve Hasan adında iki dost var. Emir, Kabil'in zenginlerinden birinin oğlu ama annesi ölmüş ve babasından da pek ilgi göremiyor. Hatta ona yanaşmaya ve onun istediği bir evlat gibi olmaya da çalışıyor. Hasan ise Emir'in evinde çalışan birinin oğlu. Yaşları birbirine çok yakındı diye hatırlıyorum ve sürekli beraber vakit geçiriyorlar. Emir'in babası da Hasan'ın babasını çok seviyor. Derken kitabın adının geldiği uçurtma yarışları oluyor. Kitabın sonuna kadar malesef adı zikredilecek olan kötü bir karakter var Assef diye. Bunun babası da zengin ve kendisini tanımayan yok. Parayla şımartılmış bir ruh hastası olan bu çocuk o bölgedeki çoğu insan gibi Hazaralara kötü gözle bakıyor, Hasan bir Hazara ama Emir değil ve bu durum da biliniyor. Uçurtma yarışına geri dönersem yarış bitiyor ve Hasan ile Emir kazanıyor. Hasan da gökyüzünde süzülen uçurtmayı yakalamak için ara sokaklara doğru koşuyor. Assef yarışı kaybettiği için çok sinirli ve gidip Hasanların uçurtmasını alıyor. Hasan'a uçurtmayı vermeyen Assef bir de onu tehdit ediyor. Hasan vazgeçmiyor ve başına çok kötü bir olay geliyor. Assef tarafından tecavüze uğruyor ve Emir tüm olanlardan haberdar olsa da korktuğu için kimseye bir şey demiyor ki zaten de bu konu hiç açılmıyor. Bir süre sonra vicdan azabı dinmeyen Emir, çareyi onları evden göndermekte buluyor. Bunun için de Hasan'ı hırsızlıkla suçluyor. Zavallı Hasan nedendir bilinmez suçlamalara bir şey demiyor ve evden gidiyorlar. Ilerleyen zamanlarda Kabil'de durumların çok kötüleşmesiyle Emir ve babası Amerika'ya taşınıyorlar. Emir kimseye itiraf etmese de hiçbir zaman Hasan'ı o halde bırakışını unutamıyor.

Daha bir ton şey oluyor kitapta ama oralara değinmeyeceğim, beni çok etkileyen şeylerden biri, sonlara doğru vicdan azabını dindirmek için yanıp tutuşan Emri'in, Assef sapığının elinden Hasan'ın oğlunu kurtarması ve Assef'le öldüresiye kavga etmesi. Hasan'ın ölümü zaten çok kötüydü, onca şey yaşa, gene de "Emir'in evine giremezsiniz, izin vermem." diye diye öl. Hasan'a üzülemekten kitaba odaklanamadım bir ara zaten.

Bahsetmek istediğim diğer kitaptaki olayların da birazı Afganistan' da geçiyor, birazı da Fransa' da. Yanlış hatırlamıyorsam yazar, bu kitabı doktorluk mesleğini sürdürürken vakit bulduğu aralarda yazmış ve ortaya müthiş bir şey çıkarmayı başarmış. Evet, Ve Dağlar Yankılandı'dan bahsediyorum. Fakir bir aileden gelen iki Afgan asıllı kardeşin birbirinden ayrılmalarını anlatan, masallara, siyasete, kardeşlik bağlarına vs değinen bir kitap. Kitapta çok fazla ayrı hikayeye tanık oluyoruz; kafa karıştırıcı olabiliyor ama sonunda hepsi birbirine bağlanıyor. Para sıkıntısı çeken bir aile, küçük kızları Peri'yi Fransa'ya, ona annelik yapmak isteyen bir kadına veriyorlar. Bunalımda olan Fransız anne ile de Peri'nin araları yıllar geçtikçe açılıyor. Kendini oraya ait hissetmeyen ve artık yetişkin olan Peri, başka bir ailesi olduğunu öğreniyor ve abisi Abdullah'ı aramaya başlıyor.

Kitap çok duygusal ve kitabın başında anlatılan masal da çok etkileyici ama kitabın sonu buruk bitiyor, masallardaki gibi değil: İki kardeş birbirlerini çok sonra bulmayı başarıyorlar kitabın sonunda, fakat Abdullah hastalığı yüzünden çok sevdiği ve çok aradığı kardeşi Peri'yi hatırlayamıyor.

Kitapta parça parça hikayeler var demiştim ya beni çok etkileyenlerden birinde yüzü bir köpek tarafından parçalanan maskeli bir kız vardı. Kızın fotoğrafını çeken plastik cerrah Markos'un hikayesi yani. Bu şekilde birçok karakterin hayat hikayesini detaylı şekilde anlatıyor yazar.

Bin Muhteşem Güneş diye bir kitap daha var henüz okuyamadığım ve büyük umutlar beslediğim.

27 Ağustos 2017 Pazar

Anime Film: Whisper of the Heart

Studio Ghibli filmlerine merak sardığım bir ara izlemeye karar verdiğim etkileyici bir filmden bahsedeceğim bugün. İzlerken kendinizi adeta filmin içinde hissediyorsunuz, üzerine uğraşıldığını rahatça anlayabilmenizi sağlayan o arkaplan detayları, film boyunca çalan ve insanın diline dolanan şarkı (Country Road) ve bir gençlik aşkının öyküsü. Karakterlerimiz lise çağına gelmiş, o döneme has sorunların yanı sıra bir de başka şeyler yaşayan gençler.

-> Türkçe dublajlı halini hiç beğenmedim.

Shizuku Tsukishima kısa saçları olan kitapkurdu kız. Kaydolduğu kütüphaneden o yaz epey bir kitap bitirmeyi kafasına koymuş ama tuhaf bir şeyle karşılaşıyor. Kütüphanede aldığınız kitapların kapağının içine isminiz yazılıyor. Shizuku da aldığı tüm kitapların aynı kişi tarafından daha önceden okunmuş olduğunu görüyor: Amasawa Seiji. İşi rekabete bindiren Shizuku bu kişiyi çok merak ediyor ve onun okumamış olduğu bir kitap okumaya çalışıyor.

Shizuku'nun yakın arkadaşı var bir tane. Bir gün parkta buluşuyorlar ve Shizuku'nun yazdığı şarkıyı söylüyorlar. Shizuku'nun böyle geniş bir hayal gücü de var. Her neyse o sırada adını hatırlayamadığım bu yakın arkadaş, bir aşk itirafında bulunuyor. Başka bir sınıftan biri bu kıza aşk mektubu yazmış, kız henüz cevap vermemiş çünkü kendi sınıfındaki bir erkekten hoşlanıyor. Bu itirafı duyan Shiuzuku çok şaşırıyor çünkü arkadaşı sınıftan birini seviyor. Bir genç, Shizuku'nun bankta unuttuğu şarkı sözleri yazan kağıtları okuyor ve Shizuku da aklı başına gelince kağıtlarını almak icin geri dönüyor. Şarkısını okuyan genç ise şarkıyla alay edermiş gibi bir şeyler söyleyip ordan ayrılıyor.

Olayları parça parça veriyorum; az sonra birleştireceğim:)
Bir gün Shizuku trende tuhaf ve kendinden emin gibi görünen bir kedi görüyor ve onun indiği durakta iniyor. Kediyi, ilginç süs eşyalarının satıldığı gizemli bir dükkana kadar takip ediyor ve dükkan sahibi yaşlı adamla arkadaş oluyor. Dükkanda etkileyici bakışlı, ayakta duran ve takım elbiseli bir kedi heykelciği gören Shizuku, bu güzel şeyin satılık olmadığını ve adının Baron olduğunu öğreniyor. Derken merak sardığı bu dükkanda, parkta karşılaştığı ve sinir olduğu genci görüyor. Meğerse o genç, bu dükkan sahibinin torunuymuş. Arkadaş gibi bir şey oluyorlar, hatta o tuhaf kediyle bile oynuyorlar.

Gelelim Shizuku'nun aşkta kararsız kalan arkadaşına. Bir gün, bu kızın aslında önceden beri sınıftan hoşlandığı erkek, Shizuku'yu orman gibi bir yere çağırıyor ve ondan hoşlandığını söylüyor. Düşünün, Shizuku'nun en yakın arkadaşı birinden hoşlanıyor, o kişi de Shizuku'yu seviyor. Shizuku onu tabiki reddediyor. Tüm bu karmaşa yetmezmiş gibi başka karmaşık şeyler de yaşanıyor.

Shizuku okulda o dükkanda falan da gördüğü genci görüyor ve adını öğreniyor: Amasawa Seiji. Onun o çocuk olduğunu öğrenen Shizuku şok geçiriyor tabi. Her neyse, Shizuku ilk başta ondan hoşlanmasa da sonradan hep beraber takılmaya başlıyorlar. Seiji ve Shizuku dükkanda oturuyorlar ve Seiji ona nasıl keman yapıldığını öğretiyor. Ama Seiji kendini bu konuda da yeterli bulmayan biri ve Shizuku ona imreniyor bazen. Çünkü Seiji kendini verebileceği bir yetenek keşfetmiş ayrıca bunda da oldukça iyi.
Seiji yurtdışında iki ay kalmaya karar veriyor, keman çalmada onu sınayacak olan biri olacak ve eğer çok beğenirse yanında uzun süre kalmasına izin verecek. Seiji gittikten sonra kendinde arayışa çıkan Shizuku gittikçe derslerinden kopuyor ve derin düşüncelere dalıyor. Ne yapması gerektiği konusunda kafası karışık olan Shizuku, dükkandaki ihtiyarın da yardımıyla bir hikaye yazmaya başlıyor heykelcik Baron ve ayrılmak zorunda kaldığı sevgilisiyle ilgili yani Baron'un sevgilisi. Yemeden içmeden kesilip tamamiyle hikayesiyle ilgilenen Shizuku, okuldan kopması konsunda ailesinin de dikkatini çekiyor. O yaşlards hepimizin ilginç hobileri olmuştur, Shizuku da kendinde bir arayışa çıkıyor ve yazmaya veriyor kendini. En sonunda hikayesi, ihtiyar tarafından okunuyor ve çok beğeniliyor. Shizuku da derslerine geri dönmeye başlıyor.

Bir kış sabahı Shizuku cama çıktığında, sokakta Seiji ile gözgòze geliyor. Hemen onun yanına iniyor ve birbirlerini çok özlediklerini falan söylüyorlar. Yani Seiji sanırım sınavı geçemiyor ve iki ayın sonunda geliyor.
Filmin son karelerinde de Shizuku'dan hoşlanan o çocukla Shizuku'nun yakın arkadaşının yakınlaştığını görüyoruz.

Gençlik zamanlarına dair hoş ve çok gerçekçi detaylara sahip, güzel filmde çalan şarkılar: Country Road - Take Me Home

Film: Mustafa Hakkında Her Şey- Çizgili Pijamalı Çocuk- Cinayet Günlüğü

MUSTAFA HAKKINDA HER ŞEY ''Kimsiniz siz? Hayatımda ne işiniz var? '' (Mustafa hastanede Fikret'in annesine bağırırke...